* Mali Kılavuz Dergisi 40. Sayısında Yayımlanmıştır.
VAKIFLAR KANUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
Bu yazı tarihe not düşme kaygısıyla kaleme alınmıştır.
Erkan KARAARSLAN
Muhasebat Kontrolörü
I-GENEL OLARAK VAKIFLAR
Vakıf, bir kişinin malından veyahut parasından ayırdığı bir bölümü hayıra tahsis etmesi, yani toplumun ihtiyacı olan bir hizmeti karşılık düşünmeden yapmasıdır.
Vakıf, Türk milleti ile kaynaşmış bir hayır kurumudur. Türklerin İslamiyeti kabulünden önce Uygur Türklerinden kalma vakfiyeler bulunmaktadır. Osmanlı imparatorluğunda arazinin büyük bir bölümü vakıftı ve Devletin yapması gereken birçok hizmeti vakıflar yapıyordu. Bu arada göç eden leyleklerden yaralananların tedavisi gibi ilginç vakıflarda vardı.
Mevzuatımıza göre vakıflar, Medeni Kanunun kabulünden önce kurulan vakıflar ve Medeni Kanunun kabulünden sonra kurulan vakıflar (Yeni Vakıflar) olarak ikiye ayrılmaktadır. Medeni Kanunun kabulünden önce kurulan vakıflar; Osmanlı imparatorluğu zamanında kurulmuş olup, günümüze kadar devam eden vakıflardır. Bu vakıflar, 1935 tarihli 2762 sayılı Vakıflar Kanununa tabidirler. Bu vakıflar Mazbut vakıflar, Mülhak vakıflar ve Cemaat ve Esnafa mahsus vakıflar olarak üçe ayrılabilir.
2001 yılında stajyer kontrolör sn. Olcay Ertem ile birlikte yaptığımız Aydın Vakıflar Bölge Saymanlık Müdürlüğü teftişi sırasında Türkiye'de ki vakıf gerçeği ile daha iyi tanışmıştım. O teftiş bu yazıya giden yolu açmıştır.
II- VAKIFLARIN TARİHİ GELİŞİMİ
Vakıf, Osmanlı Devletindeki bütün sosyal kurumları içine alan veya bütün sosyal kurumların çalıştığı, kullandığı bir hukuki organizasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Vakıf müessesesinin bütün sosyal kurumları kapsaması, kamusal alanın tamamen vakıflara terk edilmesi, özellikle batılı sosyal siyasetçilerin, 16. yüzyıl Osmanlı toplumu için "vakıf cenneti" tabirini kullanmalarına neden olmuştur. Toplumsal bir hizmetin görülmesi aşamasında, hizmetten faydalananlar arasında oluşan sosyal ilişkilerin devamlılığı, sosyal bütünleşmeyi de etkilemiştir. Bu sosyal ilişkiler, sadece hizmetten faydalananlar arasında değil, aynı zamanda hizmeti dağıtanlarla hizmetten faydalananlar arasında da oluşmakta, bu sayede herhangi bir kamu ihtiyacının giderilmesi ameliyesi toplumda yatay ve dikey sosyal ilişkilerin artmasını sağlamıştır.
Osmanlı’nın son döneminde merkezileşme hareketleri, dağınık vaziyet alan vakıfların tek elde toplanması, vakıf sektöründe baş gösteren yolsuzlukların ortadan kaldırılması, devlet çatısının batı tarzı merkezi bir anlayışla yeniden organize edilmesi ve vakıf potansiyelinden, devletin diğer sektörlerinde de yararlanma fikri ile Evkaf Nezareti kurulmuştur.
Batılılaşma döneminde vakıfların yönetiminin merkezileştirilmesi sonucu, vakıfların imkânlarının ve gelirlerinin devletin diğer sektörlerine aktarılması ve sonrasında yapılan hukuki düzenlemelerle, hazine ile vakıflar arasında mevcut alacak ve borçların karşılıklı ibra edilmesi, birçok vakfın bakımı için masraf gerektiren hayrat yapıların Evkaf Hazinesinde kalması, bu kurumlara gelir sağlamak için tahsis edilen taşınmazların azalması, hayrat eserlerin harap olmasına, hayri hizmetlerin ve vakıf hizmetlerinin durma noktasına gelmesine neden olmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisince; 2 Mayıs 1920 tarihinde "Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin Suret-i İntihabına Dair Kanun" çıkartılarak 11 kişilik İcra Vekilleri Heyetine Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti de alınarak vakıf işleri bu Vekâlet tarafından yürütülmüştür.
Atatürk, vakıflara olan hassasiyetini TBMM’nin 1 Mart 1923 tarihinde yapılan açılış konuşmasında “…. Vakıflar konusu mühimdir. Memleket ve milletin hakiki menfaati yönünden tetkik ve günün gereklerine uygun bir şekilde çözülmesi lazımdır, çok gereklidir.” şeklinde dile getirmiştir.
Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti’nin 3 Mart 1924 gün ve 429 sayılı Yasa ile kaldırılmasıyla görevleri, sonradan kalıcı düzenleme yapılmak üzere;
- Başbakanlığa bağlı
- Özerk
- Özel bütçeli
- Kamuda ilk meclisli yapıya sahip Vakıflar Umum Müdürlüğüne devredilmiştir.
1935 yılında Vakıflar Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu tarihler arasında vakıflarla ilgili herhangi bir mevzuat yürürlüğe konulmamış, Evkaf Umum Müdürlüğü ve vakıflar bütçe kanunlarına eklenen maddelerle idare edilmiştir. Bu dönemde yapılan yasal düzenlemelerle; birçok vakıf taşınmaz ve gelirleri diğer kamu kurum ve kuruluşlarına aktarılmış, vakıfların ekonomik güçleri azaltılmıştır.
1926 yılında yürürlüğe giren Türk Kanunu Medenisinde “vakıf” kavramı yerine “tesis” kavramı ikame edilmiş, 1967 yılında 903 sayılı Kanunla Medeni Kanunda yapılan değişiklikle “tesis” kavramı yerine yeniden “vakıf” kavramı ikame edilmiştir. Bu dönemde 185 tesis kurulmuş, vakıf hizmetleri son derece azalmıştır.
1980’li yıllarda bazı avantajları nedeniyle dernek yerine vakıf kurma düşüncesi, kurulan vakıf sayısında artış sağlamışsa da, vakıf felsefesinden sapmaları da beraberinde getirmiştir.
Günümüzde:
- 17/02/1926 tarihinden önce kurulmuş, yönetimi ve denetimi Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen 41.550 adet mazbut vakıf,
- 17/02/1926 tarihinden önce kurulmuş, vakfedenlerin soyundan gelenler tarafından yönetilen ve denetimi Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan 300 adet mülhak vakıf,
- 13/03/1936 tarihinden önce verilen beyanname ile vakıf kabul edilen ve cemaatleri tarafından seçilen yönetim kurulları tarafından yönetilen 161 adet cemaat vakfı,
- 17/02/1926 tarihinden sonra Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kurulan 4.499 adet yeni vakıf bulunmaktadır.
III- VAKIFLAR MEVZUATINDA DEĞİŞİKLİK ÇALIŞMALARI
Vakıflar mevzuatı, vakıfların toplumsal rolü ve işlevleri ile bunları yerine getirirken uygulayacağı yöntemlerin ve oluşturacağı kurumsal yapıların tartışma konusu haline gelmesi ; Toplumun taleplerine karşı daha duyarlı, katılımcılığa önem veren, hedef ve önceliklerini netleştirmiş, hesap veren, şeffaf, daha küçük ancak daha etkin bir vakıf yönetiminin dile getirilmesi; Dünyada sivil toplum kuruluşları ve insani değerler ve çeşitli ülkelerdeki uygulamalar ışığında vakıfların 21. yüzyılda çağdaş bir yönetim zihniyetine ve yapısına kavuşturulması gibi amaçlarla değiştirilmektedir. Bu çerçevede 5555 sayılı Vakıflar Kanunu Tasarısı, 9.11.2006 tarihinde TBMM tarafından kabul edilmiştir. Ancak Cumhurbaşkanınca Kanunun 5, 11, 12, 14, 16, 25, 26, 41 ve 68. Maddeleri bir kez daha görüşülmesi için, geri gönderilmiştir. TBMM Vakıflar Kanunu’nu aynen kabul ederek vakıflar mevzuatını 20.2.2008 tarih ve 5737 sayılı Kanunla tamamen değiştirmiştir.
IV- VAKIFLAR KANUNUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
Vakıflar Kanunu mazbut, mülhak, cemaat, esnaf ve Türk Medeni Kanununa göre kurulan vakıfları düzenleyen dağınık mevzuatı biraraya getirmektedir. Kanun, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz vakıfların vakfiyelerinde ve vakıf senetlerinde yazılı hayır, şart ve hizmetlerin sağlıklı bir şekilde yerine getirilebilmesi; vakıflara ait taşınmazların ekonomik bir şekilde işletilmesi ve değerlendirilmesi; mimari ve tarihi değere sahip vakıf abide ve eserlerin muhafazası, onarımı ve yaşatılması; AB ülkelerindeki uygulamalar da göz önünde bulundurularak mülhak, cemaat ve Türk Medeni Kanununa göre kurulan vakıflarımızın yapılandırılması ve amaçlarına uygun faaliyetlerde bulunmalarının temin edilmesi; vakıf teşkilatının, çağdaş kamu yönetimi anlayışına uygun şekilde yeniden yapılandırılması ve vakıf hizmetlerine ilişkin temel ilke ve esasların belirlenmesi amacıyla hazırlanmıştır.
Bilindiği gibi, Avrupa Birliği cemaat vakıflarına ve bunların malvarlığına özel bir ilgi göstermektedir. Konu Katılım Ortaklığı Belgesinde Kısa Vadeli öncelikler arasında, Genişletilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler bölümünde ve Dini Özgürlükler başlığı altında;
“Gayrimüslim azınlıklar ve cemaatlerin karşılaştığı bütün sorunları Avrupa standartları doğrultusunda kapsamlı bir biçimde ele alan bir yasanın kabul edilmesi, Anılan yasanın kabulüne kadar, evvelce ya da halihazırda gayrimüslim dini cemaat vakıflarına ait gayrimenkullerin yetkili kuruluşlar tarafından satışının veya bunlara el konulmasının askıya alınması.” şeklinde ifadeler yer almıştır. İlerleme raporlarında da benzer ifadelere rastlanmaktadır.
Bu çerçevede yasalaştırılan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun en temel ve düzeltilemez yanlışı, eski ve yeni vakıfların aynı kanunda ve aynı statüde düzenlenmesidir.
Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti hukuk düzeni olarak şer-i hükümleri esas almaktaydı. Bu hukuk düzeni içerisinde oluşmuş hukuksal kurumların bünyeleri de, doğaldır ki şer-i hukuk kurallarına uygundu. Örneğin: Bu hukuk düzeninde Millet Sistemi denilen ve tebaanın din esasına göre ayrı cemaatler şeklinde kendi dini önderlerinin buyruğu altında örgütlenmesini öngören sistem gayet doğal görülmekteydi. Başlangıçta Osmanlı Devletine büyük bir yönetme kolaylığı da sağlayan bu sistem, 1789 Fransız Devriminden sonra yayılarak dünyayı ve özellikle de Avrupa’yı yeniden şekillendiren Ulus Devlet düşüncesi karşısında, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında da aynı şekilde çok uygun bir sosyal ve hukuksal zemin oluşturup, büyük kolaylıklar da sağlamıştı.
Nitekim, Lozan Anlaşmasında Millet Sistemi, Sevr görüşmelerindeki kapsamda olmasa da, Türk Delegasyonunun önüne en çetin “cemaat” sorunları olarak çıkartılmıştır. O zamanki adıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Sevr’de olduğu gibi etnik, dilsel ve dinsel azınlıkların tanınmasına ilişkin ısrarları, sadece dinsel azınlıklar bazında ve onu da Müslüman olmayanlarla sınırlı olarak anlaşmadaki çerçevede (37-44. maddeler) ve Yunanistan ile de karşılıklılık esasına dayalı olarak tanımıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu belgesi Lozan Antlaşmasıdır. Lozan Antlaşması Anayasal statüdedir. Anlaşmanın vakıflara ilişkin kısmı 42. madde içerisinde yer almaktadır ve şöyledir: “Bu azınlıkların şimdiki halde Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve Türk Hükümeti, yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir.”
Türkiye Devleti, 8 ay süren çetin bir müzakere sürecinden sonra 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Anlaşmasını imzalamış, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyeti ilan etmiş; teba anlayışı yerine, yurttaş anlayışı esasına dayalı bir yönetim ve hukuk düzenine geçme iradesini ortaya koymuştur. Bu süreçte en önemli kilometre taşlarından biri de, hiç şüphesiz 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan Türk Medeni Kanunun kabulüdür. İşte vakıf kurumu da, bir özel hukuk tüzel kişisi olarak bu kanunda düzenlenmiş bulunmaktadır.
Ancak, bir yandan tanınması Lozan anlaşmasının 42. maddesiyle gerçekleşen Müslüman olmayan dini cemaatlere ilişkin vakıflar, öbür yandan eskiden beri şer-i hukuk kuralları çerçevesinde oluşmuş onbinlerce vakıf kurumlarının yeni devlet ve hukuk düzeniyle uyumlaştırılması zorunluluğu bulunmaktaydı. Çünkü, Laik bir hukuk düzeni esasına dayalı Türk Medeni Kanununun vakfa ilişkin hükümlerinde düzenlenen vakıf tüzel kişiliği ile, eski hukuk döneminden devir alınan vakıfların “bünye” itibariyle uyuşmaları mümkün değildi. Bunun üzerine, Türk Medeni Kanununun Tatbik Şekline İlişkin Kanunun 8. maddesi ile Medeni Kanununun Yürürlüğünden önce kurulmuş vakıflar için ayrı bir Tatbikat Kanunu hazırlanması kabul edildi. Sözü edilen Tatbikat Kanunu, 1935 yılında yürürlüğe giren ve 5737 sayılı Kanun ile yürürlükten kaldırılan 2762 sayılı Vakıflar Kanunudur.
Cumhuriyeti kuran irade, eski vakıflar ile yeni vakıfların kesin surette birbirinden ayrılmasına önem vermekteydi. Öyle ki, Medeni Kanunun vakfa ilişkin bölümü, herhangi bir karışmayı önlemek için “tesis” olarak isimlendirilmişti. Ta ki, 1967 yılında 903 sayılı Kanunla Türk Medeni Kanunundaki “tesis” terimi yerine “vakıf” terimi ikame edilene kadar da Medeni Kanundaki “tesis” terimi korunmuştur. Her halde bu terim korunmaya devam edilseydi, bu günkü kavram kargaşasına yol açılmayacaktı. Sadece bu durum bile, Medeni Kanunun kabulünün üzerinden geçen 80 yıla rağmen bu gün karşılaştığımız kavram kargaşası karşısında, Cumhuriyeti Kuranların öngörülerinde ne derece haklı olduklarını apaçık göstermesi bakımından oldukça manidardır.
Eski vakıflar ile yeni vakıfların kesin surette birbirinden ayrılması, en az diğer cumhuriyet kanunları kadar temel bir konudur ve esasen onlarla bir bütünlük taşımaktadır. Çünkü, çağdaş bir hukuk sisteminde, yurttaşlar arasında din esasına dayalı ayrım yapılması mümkün değildir. Nitekim Türk Medeni Kanununa göre, bütün yurttaşlar, herhangi bir ayrım yapılmaksızın tesis (vakıf) kurma hakkına sahiptirler.
Diğer yandan; cemaat temeline dayalı olmasa da, zaten olağan vakıfların da; sahih-gayrısahih, hayri-zürri, mazbut-mülhak gibi çok değişken hukuksal statüleri içerisinde, sosyal ve idari düzenin bütününe yayılmış ve onu kuşatmış bünyeleri dikkate alındığında, bunların aynen devam ettirilmesi halinde modern bir hukuksal ve idari sistem kurulmasının imkânsız kılınacağı açıktı. Çünkü bir yandan birçok kamu kaynağı, birçok kamu hizmetine belli bir bütünsel sistem anlayışı içerisinde olmaksızın tahsis edilmekle görünürde vakıflar (gerçekte kamu hizmeti birimleri olan gayrısahih vakıflar) kurulmuş; öte yandan, tekke ve zaviyeler etrafında oluşan tamamen şer’i vakıflar, yine bu tür vakıfların ayrıcalıklı kesimini oluşturan ve tarikat şeyhlerine tahsis edilmiş eizze vakıfları denilen “müstesna vakıflar”, çağdaş hukuk sisteminin kabul etmediği zürri vakıflar oluşturulmuştur.
Bütün bu vakıfların ortak yönü; bünyelerinin Şer-i Kurallara göre oluşturulmuş bulunmasıdır. Bu vakıfların yeni oluşturulan Medeni Hukuk kapsamında varlıklarının ve devamlarının sağlanması ise, kurulmak istenen çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulamaması anlamına gelecekti. Öte yandan, her biri insanlığın tarihsel-kültürel mirası ve aynı zamanda Türk Yurdunun tapusu mesabesindeki birçok tarihsel başyapıt da bu eski vakıf sistemi içerisinde oluşturulmuş, varlıklarının devamı da bu sistem içerisinde düzenlenmişti.
Öyleyse, bir yandan yurttaşlığı esas alan çağdaş hukuk sistemine dayalı Cumhuriyetin kurulması ve devamı; öbür taraftan da, vakıf eserlerin yaşatılması, üstlenilen uluslar arası yükümlülüklerin yerine getirilmesi; zürri vakıflar bakımından da, geleceği vakıf kurumuna bağlı kitlelerin mağdur edilmeyerek, hukuki güven ve istikrar ilkeleriyle bağdaşmayacak sosyal sorunlara yol açılmaması gibi, çözümü zıtlıklar içeren bir dizi sorunu halledecek, aynı zamanda da bu eski kurumları yeni hukuk düzeni içerisinde kamu düzenini bozmayacak şekilde bir statüye kavuşturacak çağdaş bir Tatbikat Yasası yapılması gibi zor bir görev, Cumhuriyet kurucularının önünde durmaktaydı.
Tam 9 yıl (1926-1935) çalışılarak bu zor görev, gerçek bir hukuk abidesi olan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile başarılmıştır. Bu süreçte, o dönemin meşhur Avrupa’lı hukukçularından İsveç’li Medeni Hukuk Profesörü Hans Leemann Türkiye’ye davet edilmiş ve bu bilim adamına bir de tasarı (layiha) hazırlatılmıştır. 1935 tarihli 2762 sayılı Vakıflar Kanununun öne çıkan temel özelliği: kanunun çıktığı tarihte kendi yöneticilerince (mütevelli) yönetilen vakıflardan, sadece yönetimi vakfedenin soyundan gelenlere bırakılanların kendi yöneticilerince yönetilmeye devam edilmelerine olanak tanıması (mülhak vakıf), diğerlerinin Vakıflar Genel Müdürlüğünce yönetilmesinin kurala bağlaması (mazbut vakıf); cemaatler tarafından idare edilen vakıfların ise, ayrı bir statüde değil, mülhak vakıflarla aynı statüde düzenlemesidir. Böylece, çağdaş hukuk düşüncesine uygun olarak, aynı durumda bulunanların aynı hukuksal statüde düzenlenmesi, yani eşitlik ilkesi gözetilmiş olmaktadır.
Uzun vadede, hak sahiplerinin hakları korunmak koşuluyla mülhak vakıf statüsünün de tasfiyesi öngörülmektedir. Çünkü, mütevelliliği (yöneticiliği) boşalan bir vakıfta 10 yıl süreyle mütevellilik için istekli çıkmaz ve görevlendirme de yapılmazsa, bu vakıf artık Mazbut Vakıflar Tüzel Kişiliğine katılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yönetilecek ve o vakıfta bir daha yönetim için görevlendirme de yapılamayacaktır.
Cumhuriyetin kurucu iradesi, kendi mazimizin özelliklerinden kaynaklanan bu sorunu 71 yıl önce eski vakıfların bünyesel sorunlarını dikkate alarak 9 yıllık bir çalışma sonucunda çağdaş hukuk prensiplerine uygun olarak böylece çözmüşken, bu gün aynı sorunun yeniden Türkiye’nin gündemine taşınması ve üstelik de eski vakıfların hukuksal statülerinin onların bünyesel özellikleri ve istisnailik nitelikleri dikkate alınmaksızın Türk Medeni Kanununa göre kurulan vakıflarla eşitlenmesi, Cumhuriyetin kurduğu modern hukuk düzeninin inkârı ve giderek tasfiyesi anlamına geleceğinden, kabul edilemez. Bu, yukarıda kısmen izah edildiği ve aşağıda ayrıca izah edileceği üzere, bir yandan ülkenin bölünmez bütünlüğü, öbür taraftan da başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin temel nitelikleri açısından olmak üzere, aykırılık ve tehditler taşıyan, birçok Anayasal ilkelerle açıkça çelişen talihsiz bir düzenleme olacaktır.
Vakıf hukuku bakımından yapılacak düzenlemelerde, Cumhuriyeti kuran iradenin kurduğu sistem korunmalıdır. Yani, Türk Medeni Kanunun kabulünden sonra kurulan vakıflar Türk Medeni Kanunu hükümlerine tabi olmalı; önceden gelen vakıfların ise, kendi bünyelerinin özellikleri dikkate alınıp, Cumhuriyetin ilkeleri ve diğer Anayasal kurallar gözetilerek oluşturulmuş ayrı bir statüde düzenlenmesi uygulamasına devam edilmelidir. Zaman içerisinde oluşacak değişiklik gereksinimleri, ilgili statüye özgü olarak ve o statü içerisinde gerçekleştirilmelidir. Çünkü: Her iki kurumun da adının vakıf olması, onların aynı şey oldukları anlamına gelmemektedir. Hukukumuzda 1967 yılında 903 sayılı Kanundan sonra ortaya çıkan bu isim benzerliğine rağmen, Türk Medeni Kanunundan önce kurulmuş vakıflarla Türk Medeni Kanununa göre kurulmuş tesislerin (vakıfların) hukuksal bünyeleri bakımından gerçekte hiçbir ilgileri bulunmamaktadır.
Aynı yasal metin içerisinde düzenleyip, göstermelik bazı istisnalarla Türk Medeni Kanununun yürürlüğü öncesi kurulan vakıfların hukuksal bünyelerinden kaynaklanan farklılıkların güya dikkate alınıyor görüntüsü verilmesi de gerçekçi değildir. Çünkü, artık iç hukukta yapılan bir düzenlemenin uygulanması sırasındaki yorumu iç hukukla sınırlı bir sorun olmayıp, özellikle hakların kullanılmasında eşitlik ilkesine uygun davranılması gerekçesiyle rahatlıkla uluslararası alana taşınabilecek bir sorundur. Öyleyse, aynı hukuksal bünyeye sahip bulunanlar arasında gözetilmesi gereken eşitliğin, farklı hukuksal bünyeleri aynı statüye tabi kılıp eşitlik tartışmalarının uluslararası alana taşınmasında ve giderek istisnai düzenlemelerin genel kural haline dönüşmesine yol açılmasında, ülke yararı bulunmamaktadır.
Osmanlı’daki Millet Sisteminden Sevr’e, oradan da Lozan’a taşınan Cemaat Vakıfları konusu, Türk Medeni Kanununun yürürlüğü öncesi kurulmuş bulunan diğer vakıflarla birlikte ve eşitlik ilkesine uygun olarak istisnai bir kurum olarak düzenlenip, sorun çözülmüşken; hiçbir hukuksal zorunluluk olmaksızın, dini esasa dayalı bu kuruluşları Türk Medeni Kanununa göre kurulan vakıflar gibi olağan bir statüye taşımak suretiyle istisnailikten çıkartmak, Türk Medeni Kanununun 101/IV. Maddesinin örtülü olarak yürürlükten kaldırılması sonucuna yol açacak, böylece her türlü ayrılıkçı ve irticai akımların kendilerini vakıf tüzel kişiliği bünyesinde ifade edebilmeleri olanağı hukuksal olarak sağlanmış olacaktır. Çünkü eşitlik ilkesine dayalı talepler sonucunda Medeni Kanunumuzun 101/IV. Maddesindeki amaç sınırlaması anlamsız kalacak, Uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerin sınırını aşan dini vakıf uygulaması, yeni cemaat vakfı taleplerini tetiklemek suretiyle, Ülkemizi içinden çıkılmaz derecede büyük bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya bırakacaktır.
Yapılmak istenen bu yasal düzenleme, Avrupa Birliği reformları ile de açıklanamaz. Vakıf hukuku bakımından Avrupa Birliği ülkelerinde oluşmuş bir standart bulunmadığı herkesin malumudur. Kaldı ki, Türk Medeni Kanunu zaten Avrupa kaynaklıdır ve yeni şekliyle henüz beş yıllık geçmişi bulunan bir kanundur.
Eski Vakıflara gelince; sadece Cemaat Vakıfları konusunda Avrupa Birliği ilerleme raporlarında bazı tenkitler yer almıştır. Ancak, Avrupa Birliği ilerleme raporlarında yer alan bu tenkitlerin hukuksal değil siyasi nitelikli ve haksız tenkitler olduğu açıktır. Çünkü: Avrupa Birliği’nin ortaya koyduğu ölçüte göre, “siyasal ölçütlere ilişkin konular, Avrupa Birliği ülkelerinden hangisinde en üst düzeyde gerçekleştirilmekteyse, aday ülkeden de o düzeyde bir düzenleme istenecektir.” Avrupa Birliğinin ilerleme raporlarında ortaya koyduğu bu temel ölçüt esas alınsa bile, ülkemizden bu şekilde bir yasa hazırlaması istenemez: Bir defa, Avrupa Birliği ülkelerinde zaten Cemaat Vakfı bulunmamaktadır ki, bu konuda bir ölçüt oluşturulabilsin. Cemaat Vakfı bulunan yegâne Avrupa Birliği ülkesi, bizimle ortak mazi ve benzer uluslararası yükümlülüklere sahip bulunan Yunanistan’dır. O halde, Avrupa Birliği açısından Cemaat Vakıfları bakımından en iyi uygulama olarak bir ölçüt aranacaksa, bu ölçüt Yunanistan’ın bu konudaki düzenlemesi olabilir. Yunanistan’ın, ülkesindeki Türk Cemaate ait vakıflara ilişkin yaptığı düzenleme, 1980/1091 sayılı yasadır. Bu yasanın, bizim eski vakıfları ve bu arada Cemaat vakıflarını da düzenleyen 1935/2762 sayılı yasanın çok gerisinde bir sistem öngördüğü açık bulunduğuna göre, Avrupa Birliğinin ülkemize Cemaat Vakıfları konusunda tenkitler yöneltmesinin hukuksal bir dayanağı da bulunmamaktadır.
Şunu da eklemek gerekir ki, ülkemizin Lozan anlaşmasıyla tanımak durumunda kaldığı Cemaat (azınlık) kavramıyla, günümüz dünyasında kabul gören, Avrupa Konseyi ve buna bağlı olarak da Avrupa Topluluğu hukukunda yer bulan azınlık kavramının hemen hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. Lozan Anlaşmasında yer verilen Cemaat kavramı, o dönemdeki dünyada genel kabul gören anlayışa uygun olarak, azınlık haklarının daha ziyade kolektif haklar olarak kabulünü öngörmektedir. Oysa ki günümüzde kabul gören ve Avrupa Konseyi Bünyesinde imzalanan anlaşmalarda (Ulusal Azınlıklara İlişkin Çerçeve Sözleşme ve Azınlık Dillerine İlişkin Çerçeve Sözleşme) düzenlenen azınlık kavramı, azınlık haklarının da tıpkı insan hakları gibi bireysel haklar olarak düzenlenmesini ve talep edilmesini benimsemektedir. O halde, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin ilerleme raporlarında öngörüldüğü şekilde, azınlıklara tüzel kişilik tanınmasını öngören bir azınlık anlayışı, ne Avrupa’da ne de dünyanın başka bir bölgesinde uygulanmamakta, kabul görmemektedir. Hatta bu anlamda bir azınlık anlayışı, Milletler Cemiyeti döneminde dahi tam olarak bulunmamaktadır.
Azınlıklara bir bütün olarak tüzel kişilik verilmesi derecesinde olmasa da, Kolektif hak anlayışına dayalı bir azınlık anlayışı, aralarında Sevr anlaşma taslağının ve Lozan Anlaşmasının da bulunduğu iki dünya savaşı arası dönemde Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında yapılan birçok anlaşmada öngörülmüş; devletlerin birbirinin iç işlerine karışmasının hukuksal zeminini oluşturan bu anlayışa, biraz da ikinci dünya savaşını hazırlayan koşullara katkı sağlamasından da kaynaklanan gerekçelerle, ikinci dünya savaşı sonrasında oluşan Birleşmiş Milletler bünyesinde kabul edilen belgelerde yer verilmemiştir.
Fakat, bütün bunlara rağmen, Avrupa Birliğinin ilerleme raporlarında ortaya konulan, Türkiye Cumhuriyetinden azınlıklara tüzel kişilik tanınmasına kadar uzanan talepler hayret vericidir ve hukuksal dayanaktan tamamen yoksundur. Ne Türkiye, ne de Aday statüsüne sahip hiçbir ülke, hiçbir şekilde böyle bir yükümlülük altına girmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hukuksal düzenini alt üst etme sonucunu doğurabilecek nitelikte olan 5737 sayılı Kanunu, ne Uluslararası yükümlülükler ne de iç hukuk düzenimiz bakımından uygulamak zorunda değildir; bilakis, farklı bünyedeki kurumları sırf isimlerindeki benzerlikten dolayı aynı hukuksal statü içerisinde düzenlemek suretiyle geri dönülemez zararlara yol açacak olması sebebiyle fiili, açık anayasa ihlallerine yol açacak olması sebebiyle de hukuksal gerekçelerle, aşağıda daha etraflıca izah edileceği üzere, bu yasa uygulanmamak zorundadır.
V-VAKIFLAR KANUNUN BAZI MADDELERİNİN İNCELENMESİ[1]
Soylesem tesiri yok sussam gonul razi degil
[1] Vakıflar Kanununun maddelerinin değerlendirilmesini www.mukder.org.tr ve www.erkankaraarslan.org adreslerinden okuyabilirsiniz.